Dilde geciken uyanış

D. MEHMET DOĞAN
Temel her nasılsa bir Ankara kedisine sahip olmuş. Güzel mi güzel, sevimli mi sevimli… Hani şu bir gözü kahverengi, diğeri mavi kedilerden. Gözlerinin birinde engin denizlere dal, diğerinde bozkırlara sür atını. Temel, kedisini çok seviyor, onu en iyi şekilde beslemek istediği gibi diğer ihtiyaçlarını da en iyi şekilde sağlamak istiyor. Elbette temizliğini de çok önemsiyor. Aklında hep bir fırsatını bulup kedisini yıkamak, pir ü pak etmek var. Dursun’a bahsediyor bu düşüncesinden. Dursun, kedinin yıkanmasına taraftar değil; yıkanırken ölmesinden endişe ediyor. Fakat Temel kararlı, sarmanı bir güzel yıkıyor, şampuanla temizliyor, arıtıyor! Sonra da tüylerinin arasında kalan su damlacıkları hayvancağızı üşütmesin diye, sıkıyor iyice.
Ertesi gün Dursun’a kedisinin ölüm haberini ulaştırıyor, büyük üzüntü içinde tabiî. Dursun ona kızıyor, “Ben sana demedim mi, yıkarsan ölür diye?” Temel kızgın kızgın cevaplıyor: “Yıkarken ölmedi, sıkarken öldü!”
Türkçe için de gelecekte bir sürü mazeret bulunacak. Kimi yıkarken öldüğünü, kimi sıkarken öldüğünü söyleyecek!
Türkiye’de tabiî felaketler, büyük toprak kaybına sebep oluyor. “Erozyon”, tabiî felaketler sonucunda meydana geliyor ama, bu tabiî felaketleri, âfetleri “gayri tabiî” uygulamalar dâvet ediyor. Orman arazisinin tahrib edilmesi, mer’aların yok edilmesi ziraî arazinin dikkatsizce, hoyratça kullanılması… Çarpık yapılaşma, düzensiz ve altyapısız şehirleşme…
Her yıl “Kıbrıs kadar arazi kaybı”na sebep olan toprak erozyonu ile mücadele, kamuoyunun son yıllardaki önemli konularından biri. Bunun için vakıflar kuruldu, kampanyalar yürütüldü, yayınlar yapıldı… Kitleler böyle bir mücadelenin gereğine inanıyor.
Türkiye’nin kolaylıkla, hatta şevkle benimsediği “erozyonla mücadele” kampanyalarını seyrederken, vatan topraklarının verimli örtüsünün kaybından duyduğumuz üzüntüyü, kültür toprağımızın kaybından ötürü neden duymadığımızı anlamakta güçlük çekiyordum.
Toprak kayboldukça, verimli tabaka suya, sele, rüzgâra verildikçe; çorak, taşlık, kayalık, verimsiz arazinin bizi besleme imkânı da kalmıyordu. Bu topraklar üzerindeki hayatımızı sürdürmemizle, erozyon arasında doğrudan bir ilişki vardı.
Türkiye, kültür toprağının gürül gürül sele verilmesini seyrediyor.
Seyretmekle kalmıyor, devlet eliyle, resmî kuruluşların teşvikiyle, yukarıdan gelen talimatlara alışkın yayın organlarının özendirmesiyle, “kültür erozyonu”nu şiddetlendirici uygulamalara girişiliyor, kimse sesini çıkarmıyor. Aksine, “arılaştırma”, “temizlik” , “dilimizi yabancı dillerin boyunduruğundan kurtarma” gibi meşrulaştırıcı ibarelerle uygulayıcıların Neron’un Roma’yı ateşe verdikten sonra duyduğu hazdan daha fazla zevk alması sağlanıyordu.
“Kültür tahribatı” için Türkiye’nin yakın devir kodlarında, teşvik edici bir hayli unsur mevcuttur. Altı okun neredeyse tamamı, kültürel tahribatı meşrulaştırıcı unsurlar taşıyor. Cumhuriyetçilik, halkçılık, milliyetçilik, devrimcilik (bu “öztürkçe” kelimenin kullanılması 12 Eylülcülerce resmen yasaklanmıştır, yerine arapça kökenli “inkılapçılık” konulmuştur, bu da gerçekten ironik bir durumdur), laiklik… Geriye ne kaldı? Devletçilik! Türkiye’de “devletçilik” iktisadî anlamda tedavülden kaldırılmıştır ama, kültürel bakımdan gücünü sürdürmektedir. Onun da bu uygulamayı destekler mahiyette birtakım “kod”lara sahip olduğundan şüphe yoktur!
Türkiye’nin 20. yüzyılda yetişen üç nesli, kültürel tahribatın, dil arılaştırmasının “ne kadar iyi, faydalı, geliştirici, millileştirici, halka yaklaştırıcı, laikleştirici” vs. vs. olduğunu öğrenerek yetişti. Evrenselliğin, hümanistliğin, globalliğin büyük kabul gördüğü çevreler dahi, dil konusunda müthiş bir etnisite merakına kapıldılar. Madem ki dil arılaşıyordu, temizleniyordu, öztürkçeleştiriliyordu, bu iyiydi, doğruydu, güzeldi.
Kazanılanla kaybedilenin gerçek muhasebesi hiçbir zaman yapılmadı…
Hep “sözlükten şu kadar arapça farsça kelime attık, şu kadar öztürkçeleştirme gerçekleştirdik” diye övünüldü.
İşin bu hâle getirilmesi, Türkiye’nin sahte “ilericilik” ve “milliyetçilik” algılamasının bir sonucu. Dil herkesindir; sağcının, solcunun, şucunun, bucunun değil. Dil, müdahale edilerek, tasfiye edilerek güçlendirilebilecek bir varlık da değildir. Eğer öyle olsa idi, yetmiş yıllık uygulama sonucunda dilimiz hâlâ şikâyet konusu olmaz, devletin birtakım organları kelime yasakçılığına başvurmaz, hiçbir öğretim kademesinde öğretilememesi söz konusu olmazdı.

1. yüzyılı dilimizi nasıl geliştirdiğimizin propagandasını yaparak geçirdik. 21. yüzyıldayız, hakikat duvarına tosladık. Sağdan soldan dilimizin durumuyla ilgili akıllı başlı görüşler ortaya konuluyor. Bir uyanışın eşiğindeyiz, geç de olsa.

Dilde geciken uyanış: D. MEHMET DOĞAN

Kaynakça: http://www.vakit.com.tr/applicationfile4.php?selectid=7