Türk dış politikasının işaret taşları

Türk dış politikasının işaret taşları
“Her zaman için çok daha önemli olan, hiç kimsenin öngörmediği ve göremeyeceği köklü değişimlerdir.” PETER F. DEUCKERS

“Değiştirilemeyen ve değişmeyen bir düzen, kötü bir düzendir.” P. SYRUS

İnsanlık, uzun bir zaman diliminde “iki kutuplu”“soğuk savaş” dönemlerini yaşadı. Bu “iki kutuplu”luğun doğal gereği olarak tüm dünya ideolojik kamplaşma ve politik saflaşmaların içindeydi. Mezkûr kamplaşma ve saflaşmaların sebep olduğu toplumsal ayrışma ve iç çatışmalardan dolayı insanlık çok acılar çekti.

Tüm dünyayı etkileyen toplumsal ayrışmalar doğal olarak Türkiye’ye de çok olumsuz etkileri oldu. Kısmen de olsa tercihen oluşan bu zorunluluk, “iç tehlike” ve “dış düşman” algılamaları nasebep oldu. Ancak sürekli tartışılan, sadra şifa bir çözüm bulunamayan, sosyal barışı tehlikeye sokan Kürt ve başörtüsü sorunu başta olmak üzere pek çok sorunun daha girift bir hal almasına neden oldu.

Tarihinden aldığı misyon ve sahibi olduğu kültürel mirastan maksimum seviyede yararlanması gereken Türkiye bu dönemde, pek çok ülke gibi etki altında ve edilgen bir ülke pozisyonuna düşmüştür. Doğal olarak bu durum Türkiye’yi NATO’nun etkisinde bırakmıştır. Dolayısıyla bu dönemin realiteleri Türk diş politikasını oldukça hantallaştırmış, klasik askerî-bürokratik çizgide tutmuştur. Bilindiği gibi Soğuk savaş döneminin sona ermeye başlamasıyla birlikte öncelikle ekonomik ve demokratik alanda dünyaya uyum sağlayacak hale gelmesinin ilk temellerini merhum Turgut ÖZAL atmıştır.

Samuel Huntington tarafından ortaya atılan“medeniyetler çatışması” teorisi-iddiası, soğuk savaş sonrasının ve özellikle 11 Eylül sonrasında tüm dünyada çokça tartışılır olmuştur. Doğu ve Batı arasında köprü rolü oynayacağı umulan Türkiye’nin, Huntington tarafından “fay hattı”na benzetilmesi bir yönüyle “Medeniyetler Çatışması”nın somut olarak Türkiye’de gerçekleşeceği iddiasından başka bir anlam taşımıyordu. Ancak Huntington yanıldı ve tahmin gerçekleşmedi ve gerçekleşme ihtimali de asla bulunmuyor. Özellikle iktidara gelir gelmez Ak Parti’nin AB konusunda ortaya koyduğu net tavır ve çabalar bu iddiaların fazlasıyla marjinal kalmasını sağladı.

Nerden bakılırsa bakılsın, “soğuk savaş” sonrası dünyanın yaşadığı çözümü zor problemleri ve derin iç sorgulamaları da beraberinde getirdi. Eski ve kanıksanmış düzenin kazanımlarıyla yeni sorunlara çare bulunması ihtimali de yok gibi. Yeni dönemin temel unsurları olarak ise, kapsamlı ve işlevsel bilgiye sahip olma, yüksek demokratik standartlarda yönetim, güçlü ve istikrarlı ekonomi, insan hakları ve etik değerler olarak görmek mümkün.

Yeni dönemde tüm dünya “sivil inisiyatif”leri ön plana çıkardı. Daha çok özgürlük, ekonomik refah, demokratik ve istikrarlı yönetim, insan hakları, barış gibi kavramlar dünyanın içinde bulunduğu değişim ve gelişim sürecinin odak kavramları oldu. Yakın geçmişte dünyanın gündemini günlerce meşgul eden “Diplomaside ABD’nin 11 Eylülü”ü olarak ifade edilen“Wikileaks belgeleri”nin magazinsel tarafı çok tartılmış olsa da aslında dünyanın gittiği bu şeffaf, dürüst ve güvenilir, en üst seviyede demokratik standartlara uygun devlet ve toplum düzeninin ipuçlarını vermiştir.

“Wikileaks belgeleri”den ortaya sızan bilgiler, diplomasinin “gerçeği saklama sanatı” olduğu yolundaki ön kabulü büyük ölçüde ortadan kaldırdı. Artık her ülkenin diplomasisi tüm dünyanın kurumlarından biri sayılacak gibi görünüyor. Barışı sağlayarak anlaşma ve dayanışmaları sağlamlaştırmak, sorunları diyalog yoluyla çözmek, soruna değil, pozitif sonuçlara odaklanmak diplomasinin temel amaçları haline geldi.

Diğer yandan yeni dönemin önemli bir realitesi de özellikle hızla gelişen teknolojik olanaklar, bilişim teknolojileri, ulaşım gibi pek çok alanda oluşan yeniliklerle global bir dünyanın oluştuğudur. Küreselleşen dünyada öncelikle insan, para ve bilgi başta olmak üzere, üretilmiş her türlü mal ve hammadde, çeşitli hizmetlerin ülke ve toplum sınırlarını aşmasıdır.

Dünyadaki gelişmeleri iyi algılayıp, doğru anlamadan iç politikada başarılı olmanın, ekonomiyi geliştirmenin ve tüm toplum kesimlerini anlamanın imkânı yok. Dünyadaki değişim ve gelişim süreçlerini iyi algılayıp, doğru anlama konusunda başarılı olan yönetimler, ülkeyi klasik içe kapanma sarmalından çıkarıp, dünyaya açılmasını sağlamışlardır. Bunu sağlayamayan, bu değişim sürecini doğru anlamayanların ve gerekeni yapmayanlar için Tunus’tan başlayıp Mısır’a sıçrayan “halk hareketleri” ders alınması gereken çok somut olaylardır.

“Soğuk savaş” yıllarında tek yönlü bir çizgiye sahip olan Türk diş politikasının hareket alanı oldukça kısıtlıydı. Avrupa ülkeleri ile karşı karşıya gelmeden, ABD’nin her zaman yanında yer alma ve Rusya’nın karşısında durmamak gibi bir çizgiye sahip olan Türkiye’nin, diş politik enstrümanlarının oldukça kısıtlı olması kaçınılmazdı. Bundan dolayı aktif bir rol oynaması olanağı bulunmuyordu. Dünya konjöktürel olarak değişim sürecine girmesi karşısında Türkiye epeyce bu değişim sürecine uyum sağlam güçlüğü çekti. 2000’li yıllardan itibaren değişim kaçınılmaz hale geldi. İşte bu süreçte Ak Parti iktidar oldu. Bu güne kadar AB süreci başta olmak üzere, Doğu, Kafkasya, Ortadoğu ve Kıbrıs’la ilgili klişeleşmiş söylemler yerini geleceğe umutla bakılmasını sağlayacak “stratejik derinlik”lere sahip, oldukça esnek ve aktif diplomatik girişimlerde bulunularak çok sayıda anlaşmalar yapıldı.

Türkiye 2000 yıllardan önce Balkanlar’da, Ortadoğu’da, Asya ve Kafkaslar’daki sorunlara aktif rol alarak çözüm için bir ışık yakabilseydi çok farklı kazanımlara sahip olurdu. Türkiye asıl gücünün ve sahibi olduğu tarihi ve kültürel mirasın farkına büyük ölçüde Ak Parti’nin iktidara gelmesiyle vardı. Ancak Ak Parti’nin önündeki malum “engeller”, oynamak istediği, Diş İşleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun ifadesiyle “Dünyada küresel olaylarda sözü dinlenen, olayları önceden gören, o olaylara tedbir oluşturan ve alternatif çözüm üreten akil bir ülke. Çevre bölgelerde daha kriz çıkmadan krizi hissedebilen, hassas ayarlı bir diplomasi ile her an bu bölgelere çözümler getirebilen bir ülke.” rolünü tam aktif olarak oynamasına büyük ölçüde engel oldu.

Bilindiği gibi Ak Parti tek başına iktidar olduktan sonra iç ve uluslararası kamuoyunun gündeminin tartışma konularının başında AB süreci, Ermeni soykırım iddiası, Kıbrıs meselesi gibi maddeler vardı. Bu konular Türk diş politikasının yeni bir sürece gireceğinin emarelerini taşıyordu.

Bu süreçte Ak Parti iktidarı önemli aksaklık ve ciddi engelle(mele)re rağmen ekonomi başta olmak ülke içi sorunları çözmede ve Dış Politikadaki süreci yönetmede etkili olan pek çok faktör var. Öncelikle iç ve dış dünyada bu etkinliği yönetecek teorik bir alt yapı, kapsamlı projeleri vardı. Ülke içinde demokratikleşmeye ağırlık verirken, halkla bütünleşme ve siyasette millet referansını en başa aldı. Diş politikada ise “komşularla sıfır sorun” projesini uygulamaya, bir ayağını merkeze sağlam basarak diğer ayağıyla uzanabildiği yakın ve uzak ülkelere ulaşmaya çalıştı. “Stratejik derinlik” genel anlamda etkisini gösterirken yakın bölgelerde bir “itfaiye eri” ve “akil adam” rolü üstlenerek barışa önayak oldu. Türkiye bu rolü ABD başta olmak üzere gerek bölgesel, gerekse dünyada etkin güçler ile çatışmadan, işbirliği içinde oynamaya çalışıyor ve Ortadoğu başta olmak üzere yakın ve uzak komşu ülkelerin barış istikrarının sağlanması için hayati öneme sahip bulunuyor.

Türkiye’nin diş politikası sadece yakın bölgelerin barışını sağlama ile yetinemez. Realiteleri dikkate alan, insanî ve vicdanî hassasiyeti üst düzeyde, mantıklı, tutarlı,kolektif akılla tüm dünyada barış ve istikrar isteyen amaçlara sahip olmalı. Bu amaçlarla yol alacak Türk diş politikasının, evrensel anlamda demokratik standartları uygulamaya koymuş, dünya dengeleri içinde mümtaz bir yer bulmuş ve yerini maksimum seviyede güçlendirmiş, en başta komşularıyla ve dünya ülkeleri ile ilişkilerini normalleştirmiş, işbirliğini artırmış, barış ve istikrara katkıda bulunan örnek bir ülke olmasını sağlayacaktır.

Dış politikanın önünde duran iç sorunlar

“Gerçekte ne yaptığınız, yapacağınızı söylemenizden daha önemlidir.” WILLIMSHAKESPEARE

Günümüz dünya şartlarında her ülkenin diş politikası her açıdan aynı zamanda iç siyasetle de doğrudan ilişkilidir. Tür diş politikasına ayak bağı olacak sorunların başında da hiç şüphesiz Kürt meselesi-sorunu geliyor. Bu sorun en başta iç barışa, ekonomik gelişmeye ayak bağı oluyor ve çözmek için cesur kararlar almak da çok kolay olmadığı anlaşılıyor. Varlık nedenini büyük ölçüde mezkûr sorunun devamına endekslemiş, bu sorunun devamından siyasi ve ekonomik rant sağlayan kesimlerin olduğu biliniyor. Bu gerçek dikkate alındığında sorunun çözümüne yönelik çabaların çeşitli yollarla sabote edilme ihtimali çok yüksek. Nitekim 1999 yıllarında aslında sorunun bitmesi için malum örgütün bitmesi için devlet ricalinin “kapsamlı af”la örgütü bulunduğu yerden indirme yönünde bir tercih yaptığı biliniyor. Sonrası malum, 2000’lerin başında “eve dönüş yasası” olarak bilinen “Topluma Kazandırma Yasası” hazırlandı. TBMM’ye giden yasaya karşı muhalefet, medya ve şehit ailelerinin yoğun tepkisi üzerine bazı değişikliklerle 2003’te yasalaştı. Ama bu yasa ile amaçlanan sonuca ulaşılamadı. Zira örgütün silah bırakmasını sağlayacak girişimler kamuoyunda oldukça negatif içeriklerle tartışılmasına önayak olunması sonucu hükümetin bu tartışmaları dikkate almasına ve yasayı istediği gibi çıkaramamasına sebep oldu. Neticede 2003’de planlandığı gibi örgüt dağdan indirilemedi. Aradan yıllar geçti, silahlı eylemler devam etti ve sonuç olarak çok şehit verildi. Bu durum pek çok siyasi istismar kapısını açtı ve en son sorunun “Demokratik açılım”la yeni bir sürece girdiği görüldü. Sonrası malum, bu süreci sabote etmek için de pek çok kesim elinden geleni yaptı. Bunların başında da hiç şüphesiz örgütün siyasi “sözcülüğü”nü gayri resmi olarak yürütenler ve bazı“medya” mensupları ve“politikacı”lar geliyor.

En son “Demokratik Toplum Kongresi”nin “demokratik özerklik”içerikli “çalıştay”, “bölünme kaygısı”nın artmasına ve bilahare bu “çalıştay”a resmi cevap niteliğindeki MGK bildirisinin ardından sorunun devamından yana bazı kesimlerin beklentisini boşa çıkarırcasına Cumhurbaşkanı Abdullah GÜL’ün yaptığı Diyarbakır gezisinde, “ortak kültürel değerler”e ve beklentileri dikkate almanın gerekliliğine vurgu yapması; “Bizim her şeyi normalleştirmemiz lazım” sözünü genel ve günlük siyaset diline uyarlandığında demokratikleşmenin artık kaçınılmaz bir zaruret olduğunu anlıyoruz. Sonuç olarak Cumhurbaşkanı Abdullah GÜL’ün Diyarbakır gezisinde söyledikleri, verdiği mesajlar Türkiye’nin Doğu ve Ortadoğu’da oynaması gerektiği rolün ne olduğu hakkında ipuçları verdi. Ticari faaliyetlerin öncelikle tüm ülkede yaygın hale gelmesi, bu ticari gücün yakın komşu ülkeler başta olmak üzere tüm dünya ülkelerine yayılmasının gerekli olduğu ve demokratikleşme ile birlikte zaruret olduğunu anlıyoruz.

Dış politikanın önemli gündem maddeleri

“Artık bütün dünyayı hesaba katmadan hiçbir şey yapılamaz oldu.” PAUL VALERY

Ankara’da Üçüncü Büyükelçiler Konferansı’nda konuşan ve ‘Türk diplomatı bir itfaiye eri gibidir’ ifadesini kullanan Dışişleri Bakanı Ahmet DAVUTOĞLU, çok yönlü etkin diplomasinin artarak devam edeceği mesajını verdi. Türk diş politikasının yakın gelecekte aşması gereken çok önemli birkaç sorun var. İlkiİsrail ile ilişkiler, İran’ın nükleer programı ve Kıbrıs sorunu. “Komşularla sıfır sorun” politikasını ivme kazandırmak suretiyle devam ettirmek zorun olan Türkiye’yi en çok meşgul edecek sorunlardan biri İsrail olan ilişkiler. İki taraf ve özellikle ABD bu bozuk olan ilişkilerin normalleşmesini istiyor.Bu isteğin temel nedeni İsrail ile Türkiye arasındaki sorunların Türk-Amerikan ilişkilerini ve bunun Tüm Ortadoğu’yu olumsuz anlamda etkileme potansiyeli taşımasıdır. İsrail’in Gazze’ye insanlık dışı bir savaş mantığıyla bomba yağdırması, yardım götüren Mavi Marmara Gemisi’ndeki Yardım Gönüllüleri’ne karşı uyguladığı katliam, Türk-İsrail ilişkilerini bozmuş, Türkiye’nin talebi üzerine Birleşmiş Milletler kınama kararı almıştır. Türkiye-ABD işbirliğini etkileme potansiyeli taşıdığı açık olarak bilinen Türk-İsrail ilişkilerinin düzelmesi için Türkiye’nin özür ve tazminat talebi henüz İsrail tarafından anlaşılmış gibi görünmüyor. Bu ülkenin terörle kurulması, askerî mantalite ve serbest seçim kamuflajı ile yönetildiği gerçeği dikkate alınınca “Özür”, İsrail’den bakınca bir “yenilgi itirafı” sayılacağı ön yargısından olacak ki, yaptıkları vahşetin suçunu kabul etmiyorlar. Nitekim Mavi Marmara saldırısıyla ilgili İsrail tarafından kurulan komisyondan bir nevi “sipariş”le hazırlanan dünya kamuoyu ile adeta dalga geçen, insanlığın ortak vicdanın sızlatan bu gülünç raporun içeriği, ABD’den gelen “inandırıcı ve tarafsız” akla ziyan açıklaması; başta İsrail Başbakanı Natanyahu’nun “Bu komisyonun görevi İsrail askerlerinin prestijini korumaktır.” sözü ve Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün değerlendirmesiyle bu hukuk tanımaz ülkenin gerçek yüzünü, “şımarıklık”lığını bütün çıplaklığıyla ortaya koymuştur. Zaten Filistinkonusunda İsrail’in tercihi mevcut statükonun devam etmesi yönünde. Tek çıkış yolu da tercihinin süreklik kazanmasından geçiyor. Bunun için şiddetin devam etmesi yönünde çok yoğun bir çaba içinde. Durum böyle olunca Türk-İsrail ilişkilerinde sorunlar bundan sonra da devam edeceğe benziyor. Sorunların devam etmesi, İsrail yanlısı bazı “Lobiler”in Türkiye’ye karşı çeşitli “bariyer”ler koyma ihtimalini fazlasıyla artırdığını bilinmesi gerekiyor. Muhtemel engel ve zorlukları aşmanın yolu, büyük ölçüde uluslararası hukuk ve kamuoyu nezdinde İsrail’in yalnızlaşma sürecinin yoğunluk kazanması için aktif diplomatik çabaları artırmaktan geçiyor.

Türk dış politikasının özünün “insanî” ve “vicdanî” hassasiyeti ön planda olması gerekir. En başta Gazze, genelde Filistin ve Mavi Marmara katliamına Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın, özellikle “one minute” ile başlayan ve El-Cezire’ye verdiği beyanatlarla devam eden sert tepkiler, ortaya koyduğu net tavır, İsrail’de çıkan yangına yardım için Türkiye’den gönderilen uçak ve buna İsrail’in teşekkür etmesi dikkate alınınca, Türk diş politikasının asla ideolojik önyargılara sahi olmadığı, bilakis “insanî” ve “vicdanî” öze sahip olduğunu ortaya koyuyor. Nitekim bu tavır Ortadoğu insanının vicdanında yankı bulmuş ve Başbakan Tayyip Erdoğan’ın şahsında Türkiye’nin etkinliğini artmıştır. Türkiye, tarihi ve kültürel mirasının bilincinde, “insanî” ve “vicdanî” öze sahip, mantıklı, dış dengeleri dikkate aldığı taktirde Ortadoğu barışına büyük katkılar sağlar. Suriye’nin İsrail ile ilgili müzakerelerde Türkiye’nin arabuluculuğu konusunda ısrarcı olması bunun somut örneklerinden biri. Ayrıca Filistin barışının sağlanmasında Türkiye’nin aktif rol almadığı bir sürecin sağlıklı olmayacağı gerçeği de biliniyor. Filistin ve Gazze’nin maruz kaldığı haksızlıklara karşı durmak, Türkiye için temel bir insanlık görevidir. Bu konuda Türkiye, insanlığın sızlayan kolektif vicdanının sesi olmak gibi bir sorumluğu vardır. Aslında dünyanın ne kadar demokrat, insan haklarına saygılı, ne kadar şeffaf ve hukuktan yana olduğunu anlamanın yolu Filistin sorununa bakarak anlamak mümkün.

İran’nın bazı “hedefler”i, Ortadoğu İslâm coğrafyasında ve belki de dünyada barış ve istikrarı bozma potansiyeli taşımaktadır. İslâm coğrafyasında barış ve istikrar için oynanması gereken rol, “akıl adam” sıfatıyla arabulucu, güven ve istikrar örneği, tarihi ve kültürel miras açısında da Türkiye’ye düşmektedir. En son İstanbul’daki nükleer zirveden bir sonuç çıkmasa da farklı diplomatik yöntemlerle İran’ı ikna çabalarını sürdürmek gerekir. Ancak, İran’ın nükleer programından çok daha tehlikeli olan İsrail’in sahip olduğu nükleer silahlarıdır. Bu gerçeğin bilinmesi doğrultusunda dünya kamuoyunu bilgilendirmek de hem “insanî” hem de “vicdanî” bir görevdir. Türkiye’nin bu rolü üstlenmesi sonuç olarak Iran’ı da dengeleyecek bir sonuç doğurur. Bu sonuç İran’la dünyanın çatışma potansiyelini azaltır. “Akıl adam” anlayışıyla İran’ı nükleer programı konusunda makul bir çizgiye getirmek için ikna etmek görevi diplomatik, kardeşlik, komşuluk anlayışıyla öncelikle Türkiye’ye düşmektedir.

Son Lizbon Zirvesi’nde NATO’nun “kolektif güvenlik sistemi”nin savunma ittifakı olduğu üzerinde yürütülen diş politika, Fransa gibi ülkelerin itirazına rağmen ısrarcı davranılması sonucunda Türkiye’nin istediği yönde bir karar çıktı. Bu karar gelecek zamanlarda diş politikanın hangi yönde gideceğini göstermektedir. Ancak bu aynı zamanda sorun çıkaran ülke riskini de ortaya çıkarsa da bu “kolektif güvenlik sistemi” içinde Türkiye’nin ağırlı büyük ölçüde tescil edilmiştir.

Türkiye dış politikasının önündeki engellerden biri de hiç şüphesiz Kıbrıs sorunu. Türkiye’nin özverili çabaları maalesef AB tarafından görül(e)medi. Son olarak Almanya Babakanı Angela Merkel, 11 Ocak 2011’de Kıbrıs Rum tarafına gerçekleştirdiği ziyaretinde Türkiye’ye haksız şekilde suçlamıştır. Buna karşı Dışişleri Bakanı Davutoğlu’nun “Almanya’nın oynayabileceği önemli bir rol olduğunu düşünüyoruz. Ama bu önemli rol tek tarafı dinleyerek olmaz… Almanya’nın bu konuda olumlu katkı yapacağını hep düşündük. Ancak Sayın Merkel’in son açıklamaları bu konudaki kanaatimizde ciddi bir sükutu hayale yol açmıştır.’’ diyerek yaptığı karşı açıklama ve Başbakan Erdoğan’nın özellikle 14.01.2011 tarihinde Ak Parti İl Başkanları Toplantısı’nda yaptığı tafsilatla açıklama niteliğindeki konuşma, AB ülkelerinin bu konuda ne kadar haksız ve tek taraflı tutumlar içinde olduğunun somut göstergesi. Ancak yine de çözümsüzlüğe giden sürecin çözüme doğru ilerlemesi için çok farklı diplomatik yöntemlerle AB’yi ikna etmek bir zorunluluk olarak görülmeli. Süreç çözüme doğru ilerlemezse Türkiye’nin AB ile devam eden müzakere sürecinin durma, hatta geriye gitme riski var.

Avrupa Birliği’nin görünüşe bakılırsa Türkiye’yi almakta pek istekli değil. Ancak bu isteksizlikle birlikte Türkiye’yi kaybetmek istemediğini de belli ediyor.Avrupa Birliği müzakere sürecinde Fransa ve Almanya’nın bir “dayatma” şeklinde sunduğu “imtiyazlık ortaklık”, bazı AB ülkelerinin, dünyanın yaşadığı değişim ve gelişim sürecinde sorunların daha karmaşık hale gelmesine, barış ve işbirliğine yönelik uluslar arası çabaların sonuçsuz kalmasına sebep olmaktan başka bir işe yaramıyor. Bu ülkelerin çok ciddi bir algıla ve anlam sorunu yaşadıkları bir gerçek. Batılı ülkelerdeki toplumlardan çok siyasi gruplarda etkin olan bu algılama ve anlama sorunu AB’nin geleceğine zarar verecek bir bakış. Türkiye’nin “imtiyazlı ortaklık” gibi saçma sayılabilecek bir öneriye asla dönüp bakmaması gerekir. Bu süreçte en başta demokratikleşme olmak üzere tüm siyasi çabaları AB için olmaktan öte, Türkiye’nin toplumsal barışı, ekonomik ve siyasi istikrarını sağlamlaştırarak güçlü bir ülke haline gelmek için harcamalıdır.

Son dönemlerde gündeme gelen ve özellikle Batı kamuoyunda tartışmaya açılan “eksen kayması” iddiası, Türkiye’nin Batı’dan koparak Doğu’ya (Orta Doğu-Asya) kaydığı anlamına geldiğini iddia etmek realitelere aykırıdır. Türkiye’nin, son dönmede oluşan diş politikasındaki değişim, soğuk savaş döneminin sona ermesiyle ortaya çıkan yeni sürece aktif olarak katılmasından, oluşan güç kaymasını iyi görmesinden ve yönetimin teorik ve pratik iç ve dış siyaset açısından oldukça etkin ve aksiyoner olmasından kaynaklanmaktadır. Türkiye’nin sahip olduğu potansiyele uygun hareket etmesinden pek hoşlanmayan bazı güçlere “lojistik” destek sağlarcasına “Neo-Osmanlıcılık” ithamında bulunanların görmezden geldiği önemli bir hakikat ise, 6 asırlık devlet ve millet serencamının, tabir uygun olursa, bu “tarih laboratuarı”nın sayısız tecrübesinden yaralanmanın bugün için bir zaruret olduğudur. Bu hakikat dolayısıyladır ki, en son Lübnan’da ortaya çıkan hükümet krizinin hemen ardından Lübnan Başbakanı Saad Hariri Türkiye\\\\\\\\’ye gelmiş ve Başbakan Erdoğan’la görüşmüştür. Bilahare Dış İşleri Bakanı Ahmet Davutoğlu ilgili taraflarla uzun görüşmeler yapmış ve yoğun çabalar sonucunda nihayet Lübnan’da bir hükümet kurulmuştur.

“Eksen kayması” tartışmalarında bilinmesi gereken önemli bir konu da hiç şüphesiz dünyanın geçirdiği değişim sürecinde ekonomik ağırlığın ve doğal olarak siyasi ibrenin Doğu’ya kaymaya başladığı gerçeğidir. Deyim yerinde ise, bu gerçeğin “kokusunu” alan ülkelerin doğuya eskisinden çok daha fazla önem verdikleri dikkatlerden kaçmıyor. Son dönemlerde gerek coğrafyası, gerekse tarihi ve kültürel bağlarından dolayı Türkiye çok fazla önem kazanmaya başladı. Bu önem, Türkiye’nin bölge üzerinde etkinliğini artırmakla kalmadı, uluslararası ilişkilerde de ağırlığını belirgin bir şekilde artırdı. Bu ağırlık hiç şüphesiz iç problemlerini çözüme kavuşturduğu taktirde diş politikaya sinerjik anlamda çok pozitif bir etki yapacaktır.

Cumhurbaşkanı Abdullah GÜL, 2009’da Sırbistan Cumhurbaşkanı Boris TADİÇ’in davetlisi olarak Sirbistan’a gitmiştir. Tarihte Karlofça Antlaşması imzalandıktan sonra Doğu Kapısı’na ’Osmanlı bir daha gelmesin’diye duvar örülen bir kilisenin, 310 yıl kapalı olduğu belirtilen bu kapalı kapısı Cumhurbaşkanı Abdullah GÜL için açılmıştır. Cumhurbaşkanı Abdullah GÜL, buradan geçerken Sırbistan Cumhurbaşkanı Boris TADİÇ de kendisine eşlik etmiştir. Bu tarihi öneme sahip anda Cumhurbaşkanı TADİÇ şu açıklamayı yapmıştır: “Türkiye büyük bir devlettir. Bugün dünyanın hiçbir yerinde ve hiçbir noktasında, Türkiye ile barış olmadan barış yapılamaz” Şimdi şu soruyu sormalıyız? Sırbistan’ın da ekseni değişiyor mu? Hiç şüphesiz hayır. Dünyanın geçirdiği değişim süreci, “soğuk savaş” sonrasında oluşan dünyanın yeni yönelişleriyle ilgili bir gelişme. İşin aslı, eskiden Türkiye’nin Batı yanlısı politikalar üretmesi ve Doğu’lu komşularını pek önemsememesine rağmen, yeni dönemde Batı’ya da Doğu’ya da gereken azami önemi vermesinin anlamazlıktan gelinmesinden ibaret.

Dış politika ve ekonomi

“Ekonomik özgürlük, siyasi özgürlüğü gerçekleştirmek için zaruridir.” MILTON FRIEDMAN

Türk diş politikası açısından önemli gündem maddelerinin doğru yönetilebilmesinin, olumlu sonuçların alınabilmesinin yolu, hiç şüphe yok ki, sağlam bir ekonomiye sahip olmaktan geçiyor. ABD ve AB eksenli meydana gelen son ekonomik krizin, Türkiye’yi Başbakan R. Tayyip Erdoğan’ın ifadesiyle “teğet” geçmesi, krize rağmen büyüme hedefinin aşılması, işsizlik oranının düşmesi gibi daha pek çok olumlu gelişme aslında siyasi istikrarı da artıran önemli faktörlerdir. Ama bu olumlu ekonomik gelişmenin artarak, hatta ivme kazanarak deva etmesi gerekiyor. Zira ekonomisi güçlü olmayan hiçbir ülkenin uluslar arası ilişkilerde etkin ve aktif rol alması, başarılı olması mümkün olmadığı gibi, ekonomileri zayıf olan ülkelerin uluslar arası ilişkilerde ortak kaderi, etkilenen ve edilgen bir konumu razı olmaktır.

Türkiye’nin istikrarlı ve güçlü bir ekonomiye sahip olması, gerek iç istikrar açısından,gerekse uluslararası ilişkilerde etkin ve aktif rol alabilmesinin baş şartlarından olduğu gerçeğini göz önünde bulundurursak, kültürel bağları olan ülkeler en başta olmak üzere yakın ve uzak komşularıyla ticaret yapması, geliştirmesi bir mecburiyet. Ortak ticaretin yapılması ve geliştirilmesi, uygun bir ekonomik ortamın oluşmasına, bunun sonuç olarak olgun bir diplomatik atmosferin oluşmasına vesile olacağı açıktır. Burada ifade edilmesi gereken önemli konulardan biri de enerji yollarının geçiş yeri olması açısındanTürkiye’nin taşıdığı önemdir. Bu önemli konuda önündeki engelleri aşması halinde dış politika tartışmasız bir kazanıma daha sahip olacaktır.

Komşularla sıfır sorun ekseninde süren dış politikanın performansını somut olarak anlatan pek çok örnek var. Sadece 2009 Ekim ayında bir hafta içinde Sureye ile 40, Irak ile 48 oldu. Hatta Başbakan Tayyip Erdoğan’nın çokça konuşulan Suriye Şam ziyaretinde yapılan antlaşmalarla sayının 51’e çıktığı açıklandı. Bu antlaşmaların konu bakımından başlıca içeriklerinin öncelikle güvenlik, ticaret, ulaştırma ve çevre olmak üzere pek çok alanda olduğu belirtiliyor. Hicaz bölgesine ulaşacak demir yolunun Avrupa’dan başlayıp, Basra ve Körfezi kapsayarak Bareyn’e kadar gidecek olması; Ürdün’den geçecek şekilde yapılan antlaşmalar öncelikle ticari amaçlar taşıması dikkat çekicidir. Bu ve benzer projelerle birlikte enerji konusunda, petrol ve doğalgaz hatlarının geçiş hatlarının Türkiye’den geçmesi ve projelerin büyük ölçüde Türkiye tarafından yapılması ekonomik istikrar ve refahın artmasına doğrudan olumlu katkısı olacaktır. 2002’de TİKA (Türkiye İşbirliği ve Kalkınma İdaresi Başkanlığı), ortalama 15 ülkede faaliyet yürütüyordu. TİKA’nın en son yaklaşık 53 Afrika ülkesinden 37’inde olmak üzere 111 ülkede faaliyette olduğu belirtiliyor. Pek çok projenin hayata geçmesi ülke ve komşu ekonomilerine olumlu katkılar sağlayacak, iç ve dış siyaset açısından yeni kazanımlar ve etkin alanlarının artmasına yol açacaktır.

Türk ekonomisinin önündeki sorunlardan ilki işsizlik, diğeri de cari açıktır. Cari açığı finanse konusunda bugün gereken yapılıyor olsa da, bir sorun söz konusu olmasa bile, ekonomik istikrar açısından çok büyük riskler taşıdığı bir gerçektir. Cari açığı finanse etmede sorunları olan bir Türkiye’nin uluslararası ilişkilerde pek çok engelle karşılaşması kaçınılmazdır. Malum bazı finans çevrelerinin Türkiye’nin yükselişine karşı “mevzi alma” pozisyonuna geçebilecekleri dikkate alınınca cari açığın önemi daha iyi anlaşılmış olur.
Dünyadaki büyük ekonomik krize rağmen faizlerin düşmesini, enflasyonun gerilemesini ve tahminlerin üstünde büyümeyi sağlayabilmiş bir Türkiye var. Gelecekte de işsizliği azaltabileceği, cari açığı finanse etme riskini minimum seviyeye indirebileceği rahatlıkla ifade edilebilir. Bugüne kadar sağlanan mali ve siyasi istikrar ekonomiyi güçlendirdi. Bundan sonra neden tüm olumlu gelişmeler hız kazanarak devam etmesin?!..

Bekir HAŞİMOĞLU
E-posta: bekirhasimoglu@gmail.com