Mahremiyetin sınırı: Görmek mi, dokunmak mı?

Hilmi YAVUZ

Doğu ile Batı kültürlerinde, Anthony Giddens’in tabiri ile, ‘mahremiyetin dönüşümü’ne ilişkin temelli ve radikal farklar ya da karşıtlıklar varmış gibi gözüküyor. İlkinin ‘görünmezlik’; ikincisinin ‘dokunulmazlık’ olarak inşa ettiği mahremiyet…

Meseleyi daha somut bir biçimde ele almak gerekiyor önce. Batı kültürünün ‘mahremiyet’ konseptini ‘dokunulmazlık’ üzerine; buna karşılık da Doğu kültürünün ‘görünmezlik’ üzerine inşa etmesinden neyi anladığımı, mahremiyetin, bu iki kültürde hangi önlemlerle korunduğuna ve elbette, hangi koşullarda ihlal edildiğine bakarak ortaya koymak gerekiyor. Batılı için, insan gövdesinin mahremiyeti, onun kamusal alanda, ‘dokunulmaz’ olmasıyla güvence altına alınmıştır… Mahremiyetin ihlali anlamında taciz ise, gövdeye dokunmakla gerçekleşir. Bugün yasaların ‘cinsel taciz’ olarak kabul ettikleri suç, aslında, mahremiyetin ‘öteki’ tarafından ve dokunarak ihlal edilmiş olmasıdır. ‘Mahrem’ olana, elle ya da gövdenin başka herhangi bir organıyla dokunmak ya da dokunma yoluyla temas! ‘Mahremiyet’i ihlal eden budur! Ve bu, elbette antropolojik olarak kökenini, yaban tabu düşüncesinde bulur.

Halbuki Doğu toplumları, mahremiyeti, dokunma duyusuyla değil, görme duyusuyla ilişkilendirir. Mahremiyet, mahrem olan’ın ‘öteki’nin bakışından saklanması, ‘öteki’nin bakışına ‘kapalı’ tutulmasıdır: Meseleye böyle bakıldığında, Doğu toplumlarında ‘harem’in ve ‘tesettür’ün ideolojik kökeninin aynı olduğu görülür: Her ikisi de, özellikle kadın’ın mahremiyetini güvence altına alma önlemleridir; çünkü…

Batı kültüründe, ‘görme duyusu’ ile mahremiyetin ihlal edilmesi söz konusu olmuyor. Mahrem olan’a bir arzu objesi olarak bakmanın, sadece bakmanın değil, bir ölçüde bunu belli etmenin, Batı’da ‘taciz’ telakki edildiği kanısında değilim. Tam tersine, bir ‘taciz’ değil, kadına onun arzulandığını ima eden bir kompliman, bir iltifat sayıldığı bile düşünülebilinir, bunun örnekleri çoktur.

Bütün mesele, beş duyu (‘havassı hamse’) ile bağıntılı görünüyor. Beş duyudan hangisi, mahrem olan’ın sınırını çizmekte?

Dokunmak mı, bakmak mı? Dokunmaduyusu mu, görmeduyusu mu? Öyle anlaşılıyor ki, ‘dokunmaduyusu, mahremiyeti, gövdeye yakın (‘dokunma mesafesinde’) olmak, görme duyusu ise, gövdeye uzak olmakla sınırlıyor. Mahremiyetin sınırı nerede başlar? Gövdenin yakınından mı, uzağından mı? Batı kültürü yakın’dan başlatıyor bu sınırı; Doğu kültürü ise uzak’tan… Yakın (dokunmak) ve uzak (bakmak) arasında kalan alanda ise, öteki duyular yer alıyor. Dokunma duyusuna en yakın olan duyu, tatma duyusudur; daha az yakın olanıysa koklama duyusu! Batılı, bunları, gövdeyle yakın ilişki durumunda gerçekleştikleri için, mahremiyetin kapsamına almıştır. İşitme duyusu, mahrem gövdeye tatma ve koklama kadar yakından gerçekleşmez; ama yine de, mahrem olan’ı işitebilmek için, gövdeye yakınlaşmayı gerektirdiğinden, mahremiyetin ihlali sayılır. W.H. Auden’in, hayatının son yıllarında yayımladığı ‘About the House’ (‘Ev Hakkında’) adlı şiir kitabındaki şu dizeler, Batılının ‘mahremiyet’ ve ‘özel hayat’a ilişkin düşüncelerinin zihinsel arkaplanını ele verir: ‘Burnundan yarım metre ötede/ Biter benim sınırım;/ Aradaki el değmemiş hava,/ Benim mülkümdür, toprağım. / Sakın saygısızca girmeyin, derim; / Silahım yok, ama tükürebilirim…’

Doğu kültürü, ve özellikle de İslam, mahremiyeti, gövdeyi ‘görülebilir’ olmaktan çıkararak gerçekleştirir, demiştim. Dolayısıyla ‘tesettür’, (Doğu’da ve özellikle de İslam’da) mahremiyetin kavranışı ile ilgili bir kültürel olgudur benim düşünceme göre;tıpkı, dokunma yoluyla tacizden söz ediliyor olmasının (Batı’da) mahremiyetin kavranışı ile ilgili bir kültürel olgu olması gibi!…

Ama asıl ilginç olan, ‘görme’ ve ‘dokunma’ duyuları arasındaki farkın, özel hayat ile kamusal hayatı birbirine eklemleyen bir ilişki olarak ortaya konulmasıdır. Colin Wilson ‘Beyond the Outsider’de, ‘Gözleri gören ve görmeyen (kör olan) iki insan, sırayla, zifiri karanlık bir odaya konulsa ve her ikisinden odayı, odadaki eşyayı ayrıntılarıyla tasvir etmeleri istense, acaba bunlardan hangisi odayı, gerçekliğe en yakın biçimde tasvir eder?’ diye sorar ve cevabını verir: ‘Elbette, kör olan!’ Zira, kör, dokunma duyusunu kullanmaktaki alışkanlığı ile yapacaktır bunu…

Wilson, kör adamın konumunu Batılı insanın, gözleri görenin ise Doğulu insanın dünya karşısındaki konumuna benzetiyor; ve bu yüzden Doğu’da bilimin, bilimsel düşüncenin gelişmediğini öne sürüyor. Bu, tartışılabilir; ancak Wilson’un bu örnekte, ‘görme’ ve ‘dokunma’ duyularını, gerçekliğe varma konusunda, birbiriyle karşı karşıya getirdiğini gözardı etmemek gerekiyor. Gabriel Josipovici’nin, ‘Dokunma’ adlı o benzersiz kitabının başına, Jonathan Swift’ten alıntıladığı şu söz de, ‘dokunma duyusu’ ile Gerçeklik arasında Batılı zihnin kurduğu ilişkiyi göstermek bakımından üzerinde durulmaya değer, Swift ‘Uşaklara Talimatlar’da şöyle yazmıştır: ‘Dolu olup olmadığını anlamak için her şişeye parmağını sok; en emin yol budur, çünkü hiçbir şey dokunmanın yerini tutamaz…’

Demek ki Batılı için, mahremiyetin, dolayısıyla özel hayatın örselenmemesi adına olumsuzlanan ‘dokunma duyusu’, dünyanın tasvirinde ‘en emin yol’ olarak olumlanıyor. Ancak, aynı şeyi, ‘görme duyusu’ açısından Doğulu için öne sürmek pek mümkün değil… Bu konuda düşünmeye devam edeceğim.

Kaynak: http://arsiv.zaman.com.tr/2001/09/21/yazarlar/HilmiYAVUZ.htm